top of page
Yazarın fotoğrafıYagev Yerel Haber Gazetesi

Serkan Özkaya'nın kaleminden

Serkan Özkaya'nın kaleminden
Serkan Özkaya'nın kaleminden

Atatürk'ün memleketi içki sofrasından idare ettiği yönünde çok fazla iftira atılır. O sofrada neler konuşulduğunu aktarabilmek adına Mahmut Sadi Irmak'ın 13 Eylül 1936 günü katıldığı sofrada konuşulanları sizler için derledim:

Atatürk’ün konuğu olarak davet edildiğimizi öğrendim. Meğer o gece Atatürk’ün özel kimliğini de doya doya tadacakmışım. O vakit ben genç bir tıp doçenti idim. Neden çağrıldığımı hemen anladım. Akşam Florya Köşkü'ne gittiğimizde bizi salona aldılar. Sofra hazırdı. Hepimiz yerlerimizi aldık. Sağ taraftaki üçüncü koltuk bana verilmişti. Az sonra Atatürk uçarcasına salona girdi. Masa başındaki yerini aldı. Kendisini saygı ile selamladık.

  Oturduğu yerde oturmuyor, yerinden fırlamaya her an hazır duruyor gibiydi. Önce, gündüzden hazırlandığını tahmin ettiğim bazı kelimelerin etimolojisini konuşuyorlardı. Vakit ilerledikçe yorulmuyor, artan bir şevkle konuşuyordu.  Bana, "tahtaya kalkar mısınız" dedi. Tam arkamda kara tahta... "Lütfen yazar mısınız", dedi. "Deniz, su, tuz... Bu üç kelimeden batı dillerinde kaç cümle yapılabilir bakalım" dedi. Baktık, altı cümle yapılabiliyor. Şimdi güç bir soru daha... "Bu durum Türkçe'nin hayrına mıdır, şerrine midir?"

  Bir an düşündüm, bana bir nüans zenginliği gibi gelir, dedim. "Evet amma" dedi, "Bunun büyük bir sakıncası var. Bu nüans zenginliği nedeniyle cümle içerisindeki kelimelerin yeri oynak kalmıştır." Ardından bir suale daha geçti. "Niçin anlaşmaların orijinal metni Fransızca yazılır?" İtiraf ederim ki bunu hiç düşünmemiştim. Olsa olsa Fransız hegemonyasının bunda hakim olacağını söyledim. "Hayır" dedi. "Fransız dilinin bir özelliğidir bunu yapan. Fransızca'da cümle içindeki kelimelerin yeri sağlamdır. Öyle ki aradan elli sene geçse dahi Fransızca bir metin değişik bir anlama gelemez." Çok enteresan bir şey öğrenmiş oldum.

  Türkçe köklerin eskiliği onu heyecanlandırıyordu. Derken sıra sürprizlere gelmişti. Birdenbire “tonalite” kelimesi nereden geliyor diye sordu.  Bazıları Fransızca olduğunu söyledi. Ata, özel kalem müdürüne bir işaret verdi. İki dakika sonra Fransızca etimoloji sözlüğü geldi. Bu sözlükte ton kelimesinin Latince’den Fransızca’ya geçtiği, oraya da Yunanca’dan aktarıldığı yazılıydı. Biraz sonra Yunanca lügati getirildi. Bu sözlükte ton kelimesinin bir Orta Asya dilinden geçmiş olması muhtemeldir, yazılıydı.  Ata’nın gözlerine baktım. Kıvılcımlar daha da canlanmıştı. Az sonra Yakutça lügatında “ton” kelimesinin ses manasında kullanıldığı ortaya çıktı.

  Sonra terapi kelimesinin aslını sordu. Artık dersimizi almıştık. Kökenini bilmiyoruz, dedik. Yaverlerinden birisini çağırdı, bir emir verdi. Yarım saate, uzun saçlı, sakallı bir Rum papazı getirildi. Yunanca ve Latinceyi çok iyi biliyordu. Ona da terapi kelimesini sordu. Papaz hiç çekinmeden “Aslı Yunanca'dır Paşam, hatta Tarabya kelimesi (terapeftiki) buradan gelir” dedi. Ortaya yine Yunanca lügatı getirildi. Orada terapi kelimesinin Yunan asıllı olmadığını ve başka bir dilden geçmiş olduğu yazılı idi. Acaba hangi dilden geçmiş olabilirdi? Ata içimizden birisine diri ve dirilik kelimelerinin eski Türk lehçelerinde nasıl söylendiğini sordu. Bu kelimeler orada tiri, tirilme, tirilik olarak geçiyordu. Atatürk'e göre terapi kelimesinin aslı işte bu tirilmeden geliyordu.

  Gece hayli ilerlemişti. Ata yeni konulara geçiyordu. Biraz sonra Atatürk’ün yepyeni bir konu ortaya attığını gördüm:

  En güç devrim nedir?

 Sıra bana gelince en güç devrim laikliktir, dedim. Nitekim bugün de hala o kanıdayım. Ama Atatürk cevaplarımızın hiçbirini beğenmedi. Bir müddet bekledikten sonra “En güç devrim, müzik devrimidir” dedi. Şaşkınlığımızı yüzümüzde okumuşcasına devam etti:

 

Çünkü müzik devrimi şahsa önce kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir aleme yönelmeyi gerektirir. Onun için çok zordur.

 

Kısa bir susma oldu. Işıklar saçan gözünü üzerlerimizde gezdirerek “Çok zordur ama yapılacaktır” dedi.

 

Bir aralık konu İstiklal Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşı'lar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu bir gün önce olmuş gibi hatırlıyordu. Böyle bir savaşı, baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlıydı ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:

 

İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

 

Bu tevazu şaheserleriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Derken, birden duraksadı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:

 

Fakat eğer yenilseydik, sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.

 

Bu belagat karşısında göz yaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine mal eden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

 

Biraz sonra söz edebiyata geçti. Yazı dilinde Namık Kemal'e hayran olduğunu ve onun üslubunun etkisi altında kaldığını biliyorduk. Ama konuşması kendisine özgü ve tadına doyum olmayan bir sohbet havasındaydı.  Sistemli olarak edebiyat ve felsefe öğrenimi yapmamıştı. Ama öyle bir sağduyu ve öyle bir muhakeme gücü vardı ki, dokunduğu her konuya aydınlık getirmeye yeterdi. Çok sevdiği belli olan Tevfik Fikret'ten bahis açıldı. Derken birdenbire şu soruyu sordu:

 

Rubab-ı Şikeste'nin en lirik şiiri hangisidir?

 

Bu soruya bir doğru cevap vermemizi çok istiyordu. Bu cevabı bulabilirsek çok mutlu olacağını belli ediyordu. Gecenin ilerlemiş saatinde arkadaşlarımızın her biri Rubab-ı Şikeste'den hatırlayabildiği birkaç dizeyi söylüyor, fakat O'nun istediği şey bir türlü ortaya çıkmıyordu. Ben ona sevinç vereceğini hissettiğim bir şey yapabilmenin heyecanı içindeydim. Yanılma rizikosunu göze alarak, “Okuyayım paşam” dedim. Ve şu dizeleri okudum:

 

Çal, ben de olup zevk ile ahengine peyrev

Dillerdeki sevdalan coşan edelim, çal

Bir yaralı kuş çırpınıyor sanki telinde

Çıkmakta bu avaz o garibin ciğerinden

 

Yüzünü tatlı bir ışık bürüdü. Çok mutlu olmuştu. Ben ondan da mutluydum. “Dur doktor” dedi. “Bir defa da ben okuyayım.”

 

Davudi sesi ile mısraları vurgulayarak şiirin tam hakkını vererek benden çok daha güzel okudu. Sonra bana bir daha okuttu. Bir süre sonra kendi içine gömüldüğünü fark ettim. Meğer bu şiirde O'nun bir gençlik anısı varmış. Manastır Askeri İdadisi'nde okurken bu şiiri hoşlandığı ve her gün evinin önünden geçtiği bir genç kız için yazmış ve kapısının altından atmıştı. Ertesi gün beklediği cevabı almak için o evin önünden geçtiğinde bir pusula bulmuş. Bu pusuladan biraz yaralanmış olduğu seziliyordu.

 

Biraz sonra söz büyük harp ustalığına gelmişti. O iki büyük stratejist tanıyordu. Birisi Timurlenk, birisi de Hazreti Muhammet'ti. Peygamberin Uhud Harbi'nde askeri dizişini bir kroki ile göstererek bu hareketin çok önemli bir askeri başarı olduğunu ifade etti. Bu arada Napolyon'un adını ananlar oldu. Ata'nın kaşı birdenbire çatılmıştı: “O bir maceracıdır” dedi. “Zaferler, zafer için kazanılmaz. Ancak haklı bir dava için kazanılır” diye ekleyerek Napolyon bahsini kesin bir el hareketi ile susturdu.

 

Şafak söküyordu. Sofraya 20.00'de oturmuştuk. Dokuz saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Ayrılırken tan yeri ağarıyordu. Tan kelimesinin tanrı ile aynı kökten geldiğini söyledi. Uğurlarken elini öpmeme izin verdi. O mübarek eli hiç unutamayacağım bir hazla doyasıya öptüm.

8 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page